24 Aralık 2012 Pazartesi

Tiyatro Açıkça // Dut Şerbeti

Enfes bir oyundu. Kadının, Türkiyeli bir kadının yaşamak zorunda bırakıldığı cehennemini anlatıyordu. Ve   çok naif bir dille kayıtsızlığımızın farkına varmamızı sağlıyordu. Oyun metni ayrı güzel, oyuncu seçimi, sahnelenişi ayrı güzeldi. Herkese içtenlikle tavsiye ederim. Gidin, görün. Oyun olabildiğince yalın bir gerçekliğe sahipti. Görmezden geldiğimiz, kader böyleymiş diye sineye çektiğimiz, var olduğunu bile bile gizlemeye çalıştıklarımızı anlatıyordu. Gözlemlerime göre her kadın hayatının bir bölümde erkek şiddetinden payını alıyor. Az ya da fazla, kabul ederek ya da etmeyerek, tekme tokat şeklinde ya da aşağılanma, itibarsızlaştırma şeklinde yaşıyor bu şiddeti. Çünkü bu şiddet toplumun kendisiyle beslenip, büyüyor, normalleştiriliyor. Dut Şerbetinde bir erkek oyun yazarı tarafından bana kalırsa çok çok güzel bir şekilde ifade edilmiş bu lanet olasıca kabulleniş yalnız kadınları değil, bu ortamda yetişen tüm çocukları da sakat bırakıyor.

13 Aralık 2012 Perşembe

Dans ile Meditasyon

Dün akşam prova dans üzerindeydi. Dans ile meditasyon yaptık. Kadıköy Moda da yerleşik bir yoga merkezinden eğitmenimiz geldi. Dünya tatlısı bir kadın. Genelgeçer güzellik normlarına uygun olup olmamasından ziyade bir güzelliği vardı. Sahip olduğu huzur yüzüne, edasına yansımış. Huzuru bir parçası haline getirebilmişti desem daha doğru olacak. 45 dk kadar sürdü. Öylesine keyifli ve verimli geçti ki anlatılabilir gibi değil. Meditasyonun amacı varlığımız ile düşüncelerimizi biraz olsun birbirinden ayırarak var olduğumuza dair farkındalığımızı beslemekmiş. Dans ile Meditasyon basitçe evde kendi kendimize dahi yapabileceğimiz bir şey.

1.) 45dk sürecek şekilde müziği ayarla. (İstediğin kadar sürebilir bence 45 dk ideal)
2.) Işıkları kapatıp iki mum yak.
3.) İsmini, bulunduğun mekanı unutarak bedeninin istediği şekilde dans et.

Bu kadar :)

Biz müzik olarak sözsüz, Afrika ezgilerine benzeyen arada doğa sesleri bulunan parçaları tercih ettik.

19 Kasım 2012 Pazartesi

Sıkıgözetim // Jean Genet // Emek Sahnesi

Oyunu okuduğumda bende hissettirdikleri ile oyunu seyrettiğimde bende hissettirdikleri oldukça farklı oldu. Sahnede kendi içimde yarattığım oyun ruhu yoktu. Hayal ettiğimi bulmayı beklemiyorum elbette lakin ekip tam olarak metnin içine girmemiş diye düşündüm. Üç asıl karakter var. Oyuncular arasında yetenek ya da oyuna harcanmış emek farkı mevcuttu. Kitapta ki müthiş Yeşil Göz karakteri sahnede neredeyse yoktu. Canlandıran arkadaş tahminimce iyi bir oyuncu olamsına rağmen bu karaktere ya yanlış hazırlanmış ya da hazırlanamamış. Yeşil Göz karakterinin bu derece silinmesine rağmen Maurice sahneyi tıklım tıklım doldurmuştu. Onun özelinde iyi bir oyunculuk seyrettik. Yatayda hareketli ve düşeyde oldukça geniş dekor kullanımı gerek sahnenin fiziki yapısına gerek oyunun psikolojik ortamına uygundu. Umarım daha çok izleyiciye ulaşabilir. Sonuçta beğendiğim bir oyunun sahnelenmesini seyrettmek bana her zaman keyif vermiştir. :) Tavsiye ederim!

25 Eylül 2012 Salı

Mia

Düşük bir ev kokusu geldiğinde diğerleri gider.. Sessizleşir, sakinleşir, sensizleşirsin.. İz bırakmak coşkusu yalarken içindeki duvarı, kireç tadı çöreklenir damağına.. Kamulaştırmak için çırpındığın senler giderek bireyselleşir.. Sensizliğine bensizlik der sıyrılmaya çalışırsın senden.." Seversin mi beni doğru söyle ama, sigara? " Varolmadığını gördükçe, önce varolmuşları alıp varoluşunu yaratmaya çalışmak varoluşçuluk mudur? :)

17 Ağustos 2012 Cuma

İki Kişilik Rezervasyon

Giriş kapısında patronla karşılaştığında mesai başlayalı kırkbeş dakika kadar olmuştu.. "-Ne o beşik mi salladın gece?", "-Yok efendim, cumaya yetişmesini istediğiniz raporların içinden çıkmadım da.." İyi kıvırmıştı. Her zaman ki gibi hazır cevaplığı yardıma yetişti. Patronun da umrunda değildi zaten verdiği yüklü rüşvet karşılığı aldığı devlet ihalesindeydi aklı fikri, çok mu para yedirmişti yoksa orta düzey devlet memurlarına, bir daha ki sefere daha yukarıdan halletmenin yolunu bulmalıydı. Bizim ki masasına geçti. Ağrıdan başını dik tutamayacak hale gelmişti. Kahve aldı, sonra çay.. Üstüne yeşil çay.. En iyisi bir sigara yakmak diye kapıya çıktığında öğlen arası yaklaşmıştı bile.. Bol limonlu sodadan sonra hafiflemişti ağrısı.. Üç civarı mesaj geldi telefonuna.. Eski arkadaşlardan geleneksel yemek organizasyonu.. Gözlerini kapatıp bir dakika kadar bekledi geri açtığında mesaj hala oradaydı.. "-Lanet olsun! Herkesin çift olduğu ve iğrenç çift muhabbetlerine maruz kalacağım aptal bir geleneksel yemek daha.." Hayatın ne kadar mide bulandırıcı olduğunu düşündü. "-Ne kadar içersen iç sonunda kalacak yalnızca baş ağrısıdır.!" Bir kez daha evli ve gerzek çiftlerin mezesi olmayacaktı. Çok kararlıydı. Düşündü. Penceresinden görünen yaşlı çınarın yeşilli kahverengili yapraklarına bakarak bir kez daha düşündü. Mesaja cevap yazdı: " Sevgilimle beraber geliyoruz. Adıma iki kişilik rezervasyon yazın."

6 Ağustos 2012 Pazartesi

The Golden Compass // Chris Weitz

Daha güzel olabileceğini düşündüğüm bir film.. Ana düşünce süper hayran kaldım.. Herkesin bir cini olması! Cinler kişi ergenliğini tamamlayıncaya kadar şekil değiştirebiliyorlar ama hep hayvanlara dönüşüyorlar.. Kuştur, faredir, kedidir, şahindir falan..Yalnızca bu düşünce narına izlenecek film diyebilirim.. Ayrıca Nicole Kidman ve Eva Green oynuyor :) Başroldeki kız sevimsiz olsa da yine de izleniyor.. Kutup Ayıları Krallığına dair sahnelerde çok iyiydi.. Sanırım başrol farklı olsaydı ya da kıza kasıntı oyna demeselerdi güzel film olacaktı. :)

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Karışık

Çok mutluyum! Nedensiz.. En sevdiğim mutluluk çeşidi :) Nedensiz mutlu olduğunda mevcut mutluluk halinin bozulması bir nedene bağlı mutluluk hali ile kıyaslandığında kesinlikle daha zor. Neler seyrettim son zamanlarda.. Müzede bir gece filmini seyrettim oldukça eğlenceliydi :) Trump Tower daki Disney Live gösterisine gittim keyifliydi.. İspanyolca şarkılara takmış durumdayım.. Ne güzel bir dil ya rabbim :) Ada da bisiklete binme aktivitesi gerçekleştirdim acayip güzeldi.. Bisiklet turları düzenleyen bir organizasyon bulup kendimi dağa tepeye vuracağım kesin karalıyım :) İhsan Oktay Anar dan Kitab-ı Hiyel i okudum. Enfes bir anlatım tarzı var, bayılıyorum bu adama.. Okuman lazım anlatılabilecek gibi bir şey değil.. Bir yandan Fütursuz Oyunculuğu okuyorum tabii Eric Morris.. Tam bana göre bir oyunculuk metodu.. İki yılda okulda aldığım eğitimden daha efektif bir eğitim oldu bu üç ders.. Şaka gibi ama gerçek.. Zaten oyunculuk sınıfı için en fazla 8 kişi kontenjan olmalı.. Sonracıma Eskişehir e gittim.. Ne güzel bir yer.. Yeşillikler, parklar, bahçeler.. Neredeyse İzmir kadar güzeldi.. Limitless ve Tourist filmlerini izledim.. Eskişehir den dönüş yolunda :) İki filmde çok güzeldi zaten izlemeye niyetli olduğum filmlerdi..

13 Temmuz 2012 Cuma

Küçük Uğur Böceği-3

Ufaklık yol almaya başlamış.. Daha önce hiç görmediği yalnızca adını duyduğu bir çiçeği görünce çabucak üzerine konmuş :) Sarı Çuha Çiçeği! O kadar güzelmiş ve o kadar güzel kokuyormuş ki.. Kendinden biraz daha irice iki yabancı böcekte konmuş çiceğin üstüne aniden! Önce bir korkmuş bizimki ama sonra hedeflerini hatırlamış.. Yeni dünyaya yelken açtığını ve elbette yeni insanlar, türlerle karşılaşmak zorunda olduğunu.. Gülümsemeye çalışmış ama tabii o tiple çok zormuş bu :) Kimse güldüğünü anlamamış.. Kanatlarını hafiften açıp sevimli sevimli bakmaya başlamış.. Ve işe yaramış! Bir şekilde anlaşarak arkadaş olmuşlar.. Ona başka çiçekleri de öğretebileceklerini söyleyip bundan sonra birlikte uçmayı teklif etmişler! Küçük uğur böceği öylesine sevinmiş ki! Sarılmak istemiş yeni arkadaşlarına! Sonra artık büyüdüğünü ve hedefleri olduğunu hatırlayıp vazgeçmiş.. Zaman gerektiğini hissetmiş.. Olgunlaştığını hissetmiş.. Gülümsemiş kimse göremese bile gülümsediğinin farkına varmış.. :)

11 Temmuz 2012 Çarşamba

Küçük Uğur Böceği-2

Ufaklığın bir gün o kadar çok uykusu gelmiş ki kafa düşüyor! Yok dik tutamıyor o minik antenlerini.. Hayır işi de var ..  Aklına ağustos böceği ile karınca hikayesi gelmiş.. Utanmış karıncayı kıskanmış.. Ama nafile kafa durmuyor.. Ne yapsa ne etse.. Çay içmiş iki damla yok.. Biraz kestireyim demiş patron gelecek korkusuna o da yalan olmuş.. Biraz daha çay içmiş.. Aptal bir su birikintisi görmüş içine zıplamış! Ön bacaklarını iyice ıslatmış.. Biraz daha çay içmiş.. Sakin durup sağı solu seyredeyim toparlarım demiş.. Yok.. Sonunda anlamış ki bu işin olacağı yok..Yaptığı işi tamamen arkasında bırakıp yeni bir işe yelken açmanın zamanı gelmiş.. Biraz daha çay içmiş.. O sırada koca kafalı pembe kedi gözüne ilişmiş.. Hastaymış bu kediye.. Ama kedinin haberi yokmuş ki :( Belki demiş onu yeterince çok düşünürsem o da benim onu düşündüğümü hisseder.. Fotoğrafını çekmiş.. Kalbine koymuş.. Arada çıkartıp K.K.P.K. ye bakalak olurmuş.. Öyle yol almaya başlamış.. Yeni bir işe, K.K.P.K ve yeni bir eve..


10 Temmuz 2012 Salı

Küçük Uğur Böceği - 1

Küçük bir uğur böceği varmış.. Kırmızı üstüne siyah puantiyeleri olan.. Bir insan baş parmağının tırnağı kadarmış bedeni.. O kadar çok seviyormuş ki dünyayı ve tüm canlıları, kanatlarını daha büyük açıp kucaklamak istermiş gördüğü her şeyi.. Bildiği tüm evreni.. Ailesini, kardeşlerini nereden geldiğini hiç ama hiç hatırlamıyormuş.. Tek bildiği bitmek tükenmek bilmeyen dünyaya sarılma arzusuymuş işte.. İnsan gördüğünde de hızla üstüne uçar eline koluna konup ona yakın olmaya çalışırmış.. İnsan kokusuna hayranmış.. O güne değin üzerine konduğu hiç kimseden kötü muamele görmemiş olan minik uğur böceği küçük kızı görünce hemen üzerine uçup tenine yapışmış.. Çığlık kıyamet! Çocuk o kadar çok bağırıp tepinmiş ki bizim ki ne yaptım da canını yaktım diye çok korkmuş.. Annesi gelip kızın kolundaki uğur böceğini hızla yere ittirince dengesi kaybolmuş, sırtı fena şekilde yere çakılmış :( Canı çok yanmış ama kızın canını yaktığı için canının yandığını kabul edip bir de üstüne kendini suçlamış.. Suçluluk duygusunu da kalbine ekleyip insanları daha da çok sevdiğine karar vermiş..

6 Temmuz 2012 Cuma

Çocuklarla Gezmek :)

Bu sefer ilginç bir konu başlığı oldu :) Ama hayatımda en çok yer kaplayan aktivitelerden biri ne yapayım :) Misal dün akşam Kadıköy Tepe Nautilus taki çocuk parkı kısmındaydık.. Çok eğlenceliydi.. Kuzenimin yeğeni var velet 5 yaşında.. Acayip zeki bir ufaklık.. Bütün oyuncaklarla oynadık :) 5D sinemaya da girdik ki bence süper bir şey bütün çocuklar görmeli! Beyoğlu AFM sinemalarının alt katında ve Demirören AVM isimli iğrenç binanın 3. katında da mevcut.. neyse en eğlenceli oyun toplarla balıkları vurmaktı :) hem iki kişilik olduğu için beraber oynadık çığlık kıyamet aptal toplarla ekrandaki pirhanaları vurarak çocuğu kurtarmaya çalışıyorsun elbette balıklar çocuğu yedi ama iyi eğlendik :) Üstelik onun yanında bir zavazingo daha vardı onda da denize atılan çöpleri vuruyorsun.. O oyunda iki kişilik ve sonunda fotoğrafını veriyor :) Bir tek gondola binmeye ikna edemedim korkarım olmaz dedi :) Çok iyiydi ya! Ondan önceki günde yeğenim ve kuzenimle ki biri 8 diğeri 12 yaşında Dark Shadows a gittik benim için ikinci izleyiş oldu ama veletler çok beğendi ya değdi :) Tim Burton ın adını ezberlettim kendilerine :P Her şey bir yana da ilk göz ağrım bitanecik canımıniçi yeğenimi çok özledim! Umarım bugün onu görebilirim.. 3,5 yaşında deris ama hali, tavrı, edası her şeyiyle bir birey.. Veledin kendine has huyları, bakışları, ifade tarzı var :) En son görüşmemizde kendini vampir zannederek kollarımı epey ısırmıştı ama :P Çok özledim keratayı..

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Eric Morris

Dün yeni bir atölyeye başladım. Eric Morris Methoduyla Oyunculuk Atölyesi.. Eğitmenimiz müthiş bir kadın! Pozitif enerjiden oluşmuş bir tepecik sanki :) Yeryüzü üzerinde hareket eden bir enerji dalgası.. Herkese eşit davranması da ayrıca takdir sebebi.. Sonracıma enstrümantal ve işçilik çalışması diye iki ayrı prensip üzerinden devam edecekmişiz... Dün enstrümental çalışma yaptık.. Duyular, farkındalık ve enerji aktarımı üzerine.. İnanılmaz keyifli ve bir o kadar dolu bir dört saat yaşadım! Tiyatro çalışmaları hayatımda sürekli vardır.. Sürekli eğitime inanırım üstelik Türkiye de saygı duyulan önemli eğitmenlerle çalışma deneyimlerim de oldu ama bu ders çok güzeldi.. :) Hani bugünlerde bu çalışmaya çok açıktım belki de.. Umarım bu yakaladığım his, duygu kaybolmaz.. Haftaya işçilik çalışması yapacağız tirat ezerleyip gideceğiz.. Hangi tiradı götürsem acaba.. Eskiden bildiğim, oynadığım bir şey olmamalı.. Hatta yeni bir oyun okuyup ondan ezber yapabilirim.. Hımmm.. Arzu Tramvay ını düşündüm.. Karamazov Kardeşler den bir şey çıkartabilirim.. Gizli Oturum olabilir.. Eski Fotoğraflar.. Kendi oyunumdan bir şey olsa ama bu çok erken olur daha sonra kendi oyunuma geçerim ya da hiç geçmem bilemedim.. Neyse bir şey bulacağım sonuçta iki üç şey ezberleyip orada o anda karar da verebilirim :)

27 Haziran 2012 Çarşamba

Prometheus / Ridley Scott

Düşündürücü, kafa açıcı bir film.. Oyunculuklar güzel.. Fakat Logan Marshall Green i beğenmedim.. Samimi gelmedi.. Senaryo çarpıcı boşluk yoktu.. Görsel olarak çok çok iyi, film arasında dahi koltuğa çivilenmiş pozisyondaydık :) Gerilim üst düzeyde.. İşin komik yanı ben tarzı bir takım yaratıkları Aliens lara benzettim.. Küçük kardeşimle sinemadaydık hatta senin yaşın yetmez öyle bir seri vardı aynı bu tipler vardı veletken acayip korkmuştum falan diye anlattım :) Sonra eve gelip büyük kardeşime aynı muhabeti yapınca öğrendim ki bu adam Alien serisininde yönetmeniymiş :) 20 sene önce yaşattığı gerilimi yaşattı valla adam :) Bu filme gittiğime oldukça memnunum sonuçta.. Üç boyutlu hangi film çıksa koşarak gitmek taraftarıyım zaten süper teknoloji! Kısa süre sonra Ice Age 4 yorumlarımı da okuyacaksın :))

The Fountain // Darren Aronofsky

The Fountain... İyi ya da kötü olarak sınıflandıramayacağım başka bir şey diyebileceğim bu film için.. Çok beğendim anlar olmasına rağmen bitse de gitsek moduna girdiğim anlarda oldu.. Görsel olarak başarılıydı da çok karışıktı.. Gerçi aşkta böyle karışık bir duygu o yüzden anlatmak istediklerini karıştırarak vermesi mantıklı bir çizgide gittiğini ortaya koyuyor.. Filmi çok beğendim diyemiyorum yalnız müziklerini çok beğendim diyebilirim :) Oyuncular çok başarılıydı, Rachel Weisz i aşırı sempatik buluyorum :) Hugh jackman abimiz her türlü süper zaten :) Özellikle müzikler açısından Requiem for a dream a benzettim.. Hatta kardeşime bu müzikler RFD e ne kadar çok benziyor dediğimde yönetmenin aynı olduğunu fark ettim.. Akabinde bilmemek ayıp değil öğrenmemek ayıp diyerek kendimi aklamaya çalıştım tabii ki :) Sonuçta seyredilesi bir film en iyi ilk 50 film listeme giremeyecek olması benim şahsi zevkimle ilgili bir şey.. Misal sen seyretttiğinde çoooook beğenebilirsin :) En ilgimi çeken bölüm büyük engizisyoncu oldu.. Bu aralar Karamazov Kardeşleri okuyor olduğumdan Ivan Karamazov un yazdığı bir şiirde anlatılan büyük engiziyoncuyu hatırladım.. Ki iki eserde de bu adi ihtiyarın İspanya da büyük güç sahibi olduğunu görünce gerçekten yaşamış bir karakter (ya da kararktersiz diyelim) olduğuna karar verdim.. Dostoyevski yi bir daha bir daha sevdim.. Karamazov un yanlızca bu bölümü bile ki 3-4 sayfa bir şey, neden bir şaheser olduğunu kanıtlıyor.. Bu filmi seyredin ve Dostoyevski okuyun derim :)

21 Haziran 2012 Perşembe

Dark Shadows // Tim Burton

Hımm.. "Dark Shadows" Johnny Depp in yer aldığı her şeyin seyredilmeye değer olduğuna inanırım :) Tim Burton ın yaptığı her iş içinde aynı kanıdayım.. Dolayısıyla bu film seyretmek farzdı.. Üstelik işin içinde bir de cadı karakteri var.. Yeme yanında yat misali :) Gerçi bana kalsa baş karakteri cadı yapardım ama Tim ciğim :) vampir yapmış eh napalım artık :P Bir kaç sahnede sinema dünyasının başyapıtı kabul ettiğim Beetlejuice a atıfta bulunmuş gibi geldi.. Evin yenilenmesi, arıza genç kız vb. bir kaç ufak sahnede daha.. Doğru hareketler tabi bunlar :) Beetlejuice repliklerini ezbere bilen iki kardeş ve 3,5 yıllık hayatından Beetlejuice u 250 kez falan izlemiş bir yeğene sahip olmamdan Tim Burton ın hayatımdaki yeri biraz olsun tahmin edilebilir sanıyorum :) Sweeny Todd kadar mükemmel bir film değildi açıkcası ama yine de keyifliydi tabii ki :) Karar verdim ki Tim Burton DVD koleksiyonu yapmam gerekiyor.. Bu filmleri daha kaliteli ve sürekli seyretmek lazım :) Ayrıca bu filmi en çok Sleepy Hollow a benzettim.. Oradaki kızı da sevmemiştim. (bknz: Christina Ricci)  Bu filmdeki cadı rolünü almak için şeytana ruhumu satar mıydım diye düşündüm.. Bence satardım :) Ordan da Supernatural a geçerdim hem Crowley falan takılırdık :P Michelle Pfeiffer ı şahsen yakıştırmadım bence olmamış.. O kadından hoşlanmıyorum sanırım :) Ya da kıskançlıktan Johnny ile birlikte oynayan tüm kadınlara gıcığım :) Evet evet bu çok mantıklı :) Yıldız Kenter oynasa ona gıcık olurum :P Yorumlarımın iyice filmden uzaklaştığını görüyorum :) Bence burada bitireyim artık :) Bu akşam Prometheus a gidiyorum yarında onu yazarım bakalım :)

11 Haziran 2012 Pazartesi

Waiting for the sun // The Doors



Waiting For The Sun

At first flash of Eden, we race down to the sea.
Standing there on Freedom's Shore.
Waiting for the Sun (3x)
Can you feel it now that spring has come.
And it's time to live in the scattered sun.
Waiting for the Sun (3x, pause, again slower)
Waiting.... Waiting.... Waiting.... Waiting.... (2x)
Waiting for you to - come along
Waiting for you to - hear my song
Waiting for you to - come along
Waiting for you to - tell me what went wrong
This is the strangest life I've ever known.
YEAH! (Riff 8x)
Can you feel it now that spring has come.
And it's time to live in the scattered sun.
Waiting for the Sun (3x)
Waiting... for... the sun.. (Riff 2x)

Buralardan götüren parça.. Güneşi beklemiyorsun direkt güneşe gidiyorsun.. Sevdiğin ne varsa al yanına, bana kalırsa şarap :) Odanda aç müziği karanlık olsun, en olmadı loş.. Odan yoksa tak kulaklığı.. Loop.. Güneştesin :)

10 Haziran 2012 Pazar

56

Bir mucizeyi beklemekle geçiyor ömrüm, ömrümüz.. Ve o mucizenin bizi bulamayışıyla son buluyor.. Piyango gibi nefesler tutularak izlenen topun diğerlerinin arasında sıyrılış anı, güzel bir kızın ellerinde havaya doğru yükselişi, çığırtkan sunucunu"..ve 56" diye bağırışı! 56.. Onun çıkabileceğini hiç düşünmemiştim.. Hayat.. Çıkabileceğine ihtimal vermediğimiz topların tek tek boğazıma dizilişi :) Ellialtı kere 56 kusmalısın.. Tekrar başlayabilmek için oynamaya ya da yenilmeye..

5 Haziran 2012 Salı

IKSV Tiyatro Festivali 2012, Oyun // Şahika Tekand

Noırmalde Beckett oyunlarına giderken sıkılacağımı kabul ederek giderim. Hani adamın olayı bu, o sıkıntı halini izleyiciye geçirmek derdinde, ki bu oyuna kadar bu temel düşünceyi terse çeviren bir yorum izlememiştim açıkcası.. Oyun başladı.. Neredeyse 10 dakika keskin bir sessizlikte belli belirsiz bir mim izledik.. Festival izleyicisi değil de beklentisi daha düşük bir izleyici grubu olsa kalkıp çıkan olurdu. :) Ben daha önce Promteheus 10 adımda unutmak şaheserini seyrettiğimden Şahika Tekand ın yine inanılmaz bir rejiye imza attığını tahmin ediyorum ama bir yandan da Beckett... Ne olacak diye merak içindeyim.. Yavaş yavaş hayatlarının içine kıstırılmış insanlar sahnede netleşmeye başladı.. Kompulsif bozuklular, dar alanlara sıkımış bedenler, bedenlere sıkışmış ruhlar, jet hızıyla geçen ömür.. Bu korkunç bataklıkta yaşanan üçlü bir aşk ilişkisi.. Bütün erkekler aslında bir erkek, bütün kadınlar aslında bir kadın, toplamda tümü aslında bir insan :) Sıkılmak ne kelime anlar öylesine hızlı akıyor ki hıza yetişemiyorum.. Kaçırıyorum.. sonra birden kesin karanlık kesin sessizlik sanki biri ölüyor.. Her şey kısa bir süre duruyor ardında aynı hızla devam.. Of! Nasıl bir oyundu.. Işık o kadar önemliydi ki.. Herkes ışıkla canlanıp karanlıkla ölüyor ve sürekli ölüp ölüp diriliyor.. Oyunculuklar, reji dakikalarca ayakta alkışlanmaya layıktı ki öyle oldu :) Sezon da oynayacakmış bu oyun :) Kesinlikle seyredilmeli.. Ben de ikinciye gideceğim zaten.. Bu ülkede de harika işler yapanlar var.. Genco Erkal ı ve Şahika Tekand ı seyrettikten sonra hissettiğim tam olarak bu :)

The challenging struggle of today's bourgeois man entrapped in her/his small world to exist and express her/himself, in which s/he loses her/his last realm of freedom by getting gradually immobilized and identical; the confusion s/he falls into while seeking tranquillity and serenity are depicted within the framework of ordinary and taragicomic lpve triangle's story. The fast-paced course of contemporary life tjat sweeps over identities find its expression in a "play" composition that runs like astorm which dras the characters of "play" along. An entertaining process of spectating is created y means of the "game" played on the stage exactly in the present mometn, here and now.

It was the amazing play. Everyone shall see that play!

24 Mayıs 2012 Perşembe

IKSV Tiyatro Festivali 2012 I, BERTOLT BRECHT

Genco Erkal's new play I am Bertolt Brecht is an adaption by the veteran actor from the great playwright's poems, songs and stories." Let this be Brecht's comeback!" says Erkal and hails the return of the playwright who brings consciousness, widens one's horizons, provokes with questions he poses and seduces his audience. Erkal shares the stage with actress Tülay Günal in a play that offers a journey on issues like the world order, position of women in society and war. 

Olağanüstüydü.. Harikaydı.. Müthişti.. :) Daha ne diyeyim.. Genco Erkal akılalmaz bir adam.. Neredeyse 75 yaşında ama sahnede 25 yaşında :) Savaş karşıtı, Brecht in şiirleri ve hikayeleriyle bezeli, Gence Erkal ın var olduğu bir oyun benim tarafımdan her türlü güzeldir zaten.. Üstelik Tülay Günal var! Sefil hayatımda dünya gözüyle gördüğüm en iyi kadın oyuncu! Yok böyle bir şey.. Harika şarkı söylüyor, müthiş dans ediyor ve oyunculuğuyla döktürüyor.. Kendisinin insan olamayacağı kanısına vardım :) Uzaydan ya da başka bir boyuttan falan gelmiş kesin.. Hani oturup müthiş bir oyun nasıl olur diye hayal kursam bu oyunu düşlerdim! Duam bir gün öyle bir oyun içerisinde yer alabilmek.. Hani dekor neyim olayım ama bu oyunda yer alayım :) Köpekbalığı hikayesi çok çok çok güzeldi ve çok güzel aktarıldı. Şöyle ki; 

"If sharks were men,"  // Bertolt Brecht

Mr. Keuner was asked by his landlady's little girl, "would they be nicer to the little fishes?"

"Certainly," he said. "If sharks were men, they would build enormous boxes in the ocean for the little fish, with all kinds of food inside, both vegetable and animal. They would take care that the boxes always had fresh water, and in general they would make all kinds of sanitary arrangements. If, for example, a little fish were to injure a fin, it would immediately be bandaged, so that it would not die and be lost to the sharks before its time. So that the little fish would not become melancholy, there would be big water festivals from time to time; because cheerful fish taste better than melancholy ones.

"There would, of course, also be schools in the big boxes. In these schools the little fish would learn how to swim into the sharks' jaws. They would need to know geography, for example, so that they could find the big sharks, who lie idly around somewhere. The principal subject would, of course, be the moral education of the little fish. They would be taught that it would be the best and most beautiful thing in the world if a little fish sacrificed itself cheerfully and that they all had to believe the sharks, especially when the latter said they were providing for a beautiful future. The little fish would be taught that this future is assured only if they learned obedience. The little fish had to beware of all base, materialist, egotistical and Marxist inclinations, and if one of their number betrayed such inclinations they had to report it to the sharks immediately.

"If sharks were men, they would, of course, also wage wars against one another, in order to conquer other fish boxes and other little fish. The wars would be waged by their own little fish. They would teach their little fish that there was an enormous difference between themselves and the little fish belonging to the other sharks. Little fish, they would announce, are well known to be mute, but they are silent in quite different languages and hence find it impossible to understand one another. Each little fish that, in a war, killed a couple of other little fish, enemy ones, silent in their own language, would have a little order made of seaweed pinned to it and be awarded the title of hero.

"If sharks were men, there would, of course, also be art. There would be beautiful pictures, in which the sharks' teeth would be portrayed in magnificent colors and their jaws as pure pleasure gardens, in which one could romp about splendidly. The theaters at the bottom of the sea would show heroic little fish swimming enthusiastically into the jaws of sharks, and the music would be so beautiful that to the accompaniment of its sounds, the orchestra leading the way, the little fish would stream dreamily into the sharks' jaws, lulled by the most agreeable thoughts.

"There would also be a religion, if sharks were men. It would preach that little fish only really begin to live properly in the sharks' stomachs.

"Furthermore, if sharks were men there would be an end to all little fish being equal, as is the case now. Some would be given important offices and be placed above the others. Those who were a little bigger would even be allowed to eat up the smaller ones. That would be altogether agreeable for the sharks, since they themselves would more often get bigger bites to eat. And the bigger little fish, occupying their posts, would ensure order among the little fish, become teachers, officers, engineers in box construction, etc.

"In short, if sharks were men, they would for the first time bring culture to the ocean."

23 Mayıs 2012 Çarşamba

SERGİ: Kent Duvarlarının Yarım Yüzyılı: Burhan Doğançay Retrospektifi

Burhan Doğançay ın 50 yıllık süreçte gerçekleştirdiği çalışmalardan oluşan sergi İstanbul Modern de gerçekleşti. Hani resim sanatından anlayan biri değilim. Herhangi biri olarak hissettiklerimi aktarabilirim en fazla :) Çeşitli ülkelerde gördüğü duvarlar üstüneydi.. Çalışmalar arasında gruplandırmalar vardı misal F1duvarları, Alexander duvarları, kurdaleler, koniler, kapılar, sapaklar, metro duvarları.. isimlerini anımsayabildiklerim.. Eserlerin herhangi bir şey anlatma derdiyle değil de sanatçının değişik ülkelerde gözlemlerdiklerini aktarma amacıyla oluşturduklarını düşündüm.. Alexsander ve kapılar müthişti.. Alexsander NY ta bir blogu kaplayan büyük bir mağazaymış. Bu mağaza kapanmış ye da restorasyona falan girmiş dışına tahtalar örmüşler. Bu tahtalara herkes posterler falan asıyormuş tabii ki.. O cadde zengin bir muhitte olduğundan sürekli tahtaları değiştiriyorlar hani görüntüyü düzltmeye çalışıyorlarmış.. Bir keresinde detüm tahtaları üzerlerindeki posterlere rağmen simsiyah boyamaya karar vermişler. Sanatçımız bu hali görünce direkt fotoğraflar almış incelemeler yapmış ve simsiyah duvarları, sonrasında açılan boyanın altından çıkan az biraz görünen rengarenk posterleri tuvallerine aktramış :) Üstelik bu çalışmalarına "Cennet Bahçeleri" ismini vermiş.. Bu eserleri görünce kişiye hissettirdikleri anlatılabilecek şeyler değil :) Görüp kişisel olarak ne hissedeceğinizi bulmanız gerek.. Emin olun zaman ayırmaya değer.. :) Kapılar kısmı benim için en etkileyici olanıydı.. Katalogtan çektiğim çok çok çok çok çok çok güzel olduğunu düşündüğüm bir çalışmanın fotoğrafı yukarıda..

17 Mayıs 2012 Perşembe

Oyun Okuma: Jean Paul Sartre, Saygılı Yosma

1946 yılında yazılmış bir eser.. ABD de geçiyor.. Irkçılık üzerine.. Beyaz, zengin üstelik seçkin bir adam trende siyahi bir ABD vatandaşını öldürür.. Cinayet ortada bir sebep yokken beyazların keyfi davranışları sonucu çıkan bir tartışma nedeniyle işlenmiştir.. Çarpıcı bir konu.. Özellikle ABD tarihinde mevcut ırkçılığı, bu hikayenin bin beterlerinin insanların başından geçtiğini, kişiselin ötesinde toplumsal olarak bu vahşetin kabul gördüğünü düşününce karşınızda dikilen devasa haksızlık karşısında çıldıracak gibi oluyorsunuz.. Seçkin sınıfın istedikleri her şeye sahip olma hakkıyla birlikte doğdukları inançları beni her zaman çileden çıkartmıştır.. Oyunun ırkçılık düşüncesini ön plana çıkartan olay örgüsünün altında da bu temel yatıyor.. Her şeye hakları olduğunu zanneden zevatlardan net bir şekilde tiksiniyorum.. Eminim Sartre da tiksiniyordu :) Oyun dili çok akıcı nasıl bittiğini anlamıyorsunuz bile zaten kısa da bir oyun :) Ne diyiim okuyun derim :) Saygılı Yosma yı da okuyun, Duvarı da , Bulantı yı da .. Sartre ı okuyun :) Ve evet bu oyunun sahne koyan bir ekipte yer alıp yosma Lizzie yi oynamayı çok isterdim :) Bu durumda iki ayrı sonunda oyunda yer alması gerekir.. Hatta üçüncü bir alternatifle Fred i Lizzie öldürebilir..

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Iki Kalas Bir Heves 2012 Tiyatro Festivali Çöpçatan

Koç Üniversitesi oyuncuları tarafından sahnelenen The Matchmaker / Çöpçatan Thornton Wilder ın yazdığı bir fars örneği.. Gerçekten çok çok çok çok güzeldi! Oyunculuklar çok güzeldi, reji çok güzeldi, dekor çok güzeldi.. Keyifli bir iki saat geçirdim hatta bütün salon için benzer duygular yarattılar.. Yanımda genelde hiç bir şeyi beğenmeyen yazar bir arkadaşım vardı o dahi fena değilmiş dedi :)) -Pek çok ŞT ve DT oyununu beğenmez :)- En beğendim özelliklerden biri tüm oyuncuların kendilerini ortaya koyabilecekleri rollere bürünmüş olmalarıydı. Kimse kimsenin arkasında kalmadı.. Oyunda başrol yoktu her oyuncu kendi süresince başroldü.. Ve hepsi hakkıyla oynadı.. Özellikle usta yönetmen Sefa Zengin i ayakta alkışlıyorum... Teşekkürler..

15 Mayıs 2012 Salı

IKSV Tiyatro Festivali 2012 Hamlet

Bu oyun ile IKSV çok büyüdü!! Şahsen benim içimde onarılamayacak bir nefret oluşturmayı başardı! IKSV çalışanı olduğum için tüm oyunlara girebiliyorum.. Ve tabii ki festivalin yıldızı Hamlet i izlemek ilk günden beri hayalimdeydi.. Fakat Harbiye M. Ertuğrul sahnesi önüne diktikleri 5 izbandut ve laf anlatamadığımız üstelik bu hakkı nereden bulduğunu anlayamadığım halde bize bağıran bir cadaloz sayesinde! oyunu izleyemedik.. Kapıda iki kişi görevli ve yaklaşık 15 kişi konservatuar öğrencisi kaldı.. Hepimiz merdivenlerde oturmayı kabul ettiğimizi belirtmemimize rağmen içeri alınmadık.. Diyorum ya IKSV 13 Mayısta çoooook büyüdü!

IKSV Tiyatro Festivali 2012 Yola Çıktığım Gün Sakin Serin Bir Sabahtı

Hamursuz Fırını.. Yeşim Gülan Özsoy.. Lunapark.. 6 kişi.. Sistemi sorgulayan bir yandan da bir şey demeyen hatta dememeye çalışan bir oyun.. Beğendiğim ve beğenmediğim yönleri oldu.. Öncelikle oyunculuklar çok fenaydı.. İki kişi iyiydi, bir kişi fena değildi, diğer üçü ıh ıh.. Ki iyiydi dediğim kürt çocuk tiplemesi oyuncunun çok sevimli olmasından kaynaklı olarak iyiydi aslında.. O çocuğu başka bir rolde görerek karar verebilirim.. Metinde zorlamalar vardı. Özellikle kız çocuğunun tecavüz olayını anlattığı sahnede tiyatrodan soğudum.. Herkes mi aynı tarzda aynı şekilde sunar aynı konuyu.. Kız tecavüze uğrar ve öyle bir an gelir ki ağlayarak krize girererek tirat atar.. Yeter artık ya bu olayı başka şekilde verin! Tecavüz kesinlikle çok anlatılması gereken, dikkat çekilmesi gereken, inanılmaz oranda insanın maruz kaldığı bir saldırı! Tiyatronun daha samimi olması, anlatmak için değil içinden akarak anlatması gerek.. Beğendiklerime gelirsek :) Yeşim Hoca dünya tatlısı bir insan.. Hani bazı yazarlar ile karşılaşınca bu nedir ya bu adam mı yazmış bunları diye şok olur insan.. Arıza, sevimsiz, lanet insanlardır bazen.. Yeşim Hoca tam tersi öyle tatlı bir kadın ki hani hayatında var olmasını isteyeceğin, anlamsız yere sevgi duyabileceğin biri.. Oyun dekoru çok hoştu minik bir lunapark yapmışlar.. Salıncak neyim bile vardı.. Müzikler güzeldi.. Metin bir yandan tarafsız bir duruş sergilerken bir yandan doğru olanı işaret ediyordu.. Din konusundaki sorgulama herkesin anlayabileceği şekilde netti.. Bir ara tüm karakterlerin gerçekten ölü olduğunu ve arafta olduklarını falan düşündüm.. Sonunda lunapark sahiinin gelişiyle içinde girdiğimiz sürreal ortamdan bir andan çıkmak şaşırtıcı ve bir o kadar da etkileyici oldu.. Hani bu adamlar  beynimin içndeydi ki öyle olmaları gerekiyordu.. Herkesin kendi adına bu sorgulamayaı yapması gerekiyordu.. Gittiğime memnun oldum.. Sanırım ikinci ya da üçüncü sahnelenişiydi oyunun ilerleyen zamanda oyunculukların oturacağını tahmin ediyorum..

14 Mayıs 2012 Pazartesi

IKSV Tiyatro Festivali 2012 Arzunun Bedeni

Dans gösterisi.. DT Üsküdar Tekel Sahnesi nde sergilendi.. Beğenmedim.. Bana hitap etmiyordu.. Dans etme isteği, dansın ne olduğu, dansçının dans etmek isteği ve dansı gerçekleştirmesi süreçlerinde ne hisler yaşadığı.. Video gösterimleriyle destekleniyordu.. Ve görseller çok güzeldi fakat bu görsellerin önünde bir kadın dans etmesi ve üzerine dış sesle anlatım eklenmesi beni tamamen uzaklaştırdı.. Toplamda 47" süren gösteride bitsin artık bu işkence diye ağlayacaktım :) Tüm bunların yanı sıra yorumlarımın tamamen kişisel zevkimi içerdiğini tekrar belirtmek isterim. Seyirciler arasında gösteriyi çok beğenenler oldu, defalarca alkışladılar. Dansçılara dansa yakın insanlara seyrettirilmeli..

Yeah! I will try to write something in English :)

Yeah! I will try to write something in English :) But it is only test drive.. Actually my final asset is to be writer..
Of course i can do it only in Turkish for now.. I hope some day i can translate my writings to English.. :)
Briefly i am fall in love with theatre! I am play wright.. Nowadays International IKSV theatre fest is going..
And I found a job :) I am watching all of plays free :) I am adding my views to blog for every single play .. My valuable views :))

10 Mayıs 2012 Perşembe

IKSV Tiyatro Festivali 2012 ASİ KUŞ

Ah! Carmen! ma Carmen adorée!

Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu 40. yıl ismiyle festivalde yer aldı. Ali Hoca nın deyimiyle 99 oyun vardı ve Dikmen Gürün 100 oyun olmasını isteği için zorla oyunu açılış oyunu yaptı :) Gerçi oyun değil de "Carmen in ve aşkın tarihi" desek daha doğru.. Bir nevi belgesel.. Verona da oynanan ve Ali Hoca nın seyrettiği bir Carmen operasının açılışı ile başlıyor.. Video gösterimi ile.. Ama ne görkemli bir opera ne görkemli bir sahne..35.000 kişi izleyici varmış üstelik biletler bir yıl önceden tükeniyormuş.. Geçenlerde Georges Bizet nin hayatını araştırmıştım 37 yaşında ölmesi zamanında kıymetinin pek bilinmemesi vb. detayları biliyordum ama Ali Hoca anlatınca başka türlü oluyor :) Acayip keyif aldım.. Anlatımın videolarla desteklenmesi çok başarılıydı.. Bir yandan masal gibi dinliyorsunuz iki dakika sonra aslı karşınızda beliriyor.. Bir ara anlattığı her hikayeyi video ile destekleyeceğini düşünerek epey heveeslendim fakat bahsettiği Holden kukla tiyatrosunun güzeller güzeli Carmen kuklasını maalesef göstermedi.. :( Thomas Holden ve Carmen in Osmanlı ya gelişi ancak öyle güzel anlatılabilirdi sanırım.. Sonrasında web den araştırmama rağmen ne Holden hakkında ne de Osmanlıya gelen Carmen hakkında bilgi bulamadım.. Eskiden internet mi vardı git kütüphaneye araştır diyorum kendime ama zaman yok ki :( Kumbaracı50 de Candan abla var ona sorup bu konuda detaylı bilgi içeren kitap ismi alabilirim. O zaman buradan da paylaşırım bilgileri.. Bunun dışında dün geceden bana kalan Muhlis Sabahattin var.. Daha önce isimini duymamıştım ama sonrasında yaptığım araştırma ile çok sevdiğim iki eserin bestelerinin de kendisine ait olduğunu öğrendim. “Pencerenin perdesini aç bana göster yüzünü” (hicaz), “Hatırla ey peri o mesut geceyi” (nihavend) .. Cumhuriyet döneminin en sağlam bestekarlarından olan Muhlis Bey (ki daha sonra Ezgi soyisimini alıyor) Sahneye koyduğu Carmen ile İzmir, Adapazarı, Eskişehir turneleri yapmış.. Vakti zamanında opera için Atatürk den direkt maddi destek almış.. Bugün tiyatrolardan devlet desteğini çekmenin derdine düşmüş hükümet için ders çıkarılabilir bir anı fakat ders çıkartacak kafa nerede onu göremiyoruz işte :(

DÖNGÜ



Sahnede üç tarafı tamamen kapalı beyaz renkte bir oda vardır. Solda kenara dayalı bir yatak ve sağ köşede alaturka bir tuvalet görürüz. Hücrenin ortasına yerde yatan biri vardır.
Uyanır.. Çevresine baktığında duvarların beyazlığından acıyla gözlerini kısar. Sağ dirseğine dayanarak yerden kalkmaya davranır. Ayağa kalkmaya çalışmasına rağmen başaramaz, düşe kalka ilerler, duraksar ve ağrısını bastırmak istercesine başını tutar. Tuvalete vardığında musluğun borusuna tutunarak yüzünü yıkar. Kusacak gibi olur, öğürür. Ama kusamaz, sendelemeye başlar. Boru ellerinden kayar  ve sırtüstü yere düşer.
Sahne kısa bir an için kararır ve akabinde aydınlanır.
Gözlerini açar.. Bu kez kendini daha iyi hissediyor olduğu fark edilmektedir. Yavaşça doğrulmaya başlar ve ayağa kalkar. Derin bir nefes alır. Uzaktan gelen kapı seslerini duyar. Kapıların açılmış mı yoksa kapanmış mı olduğu anlayamaz. Volta atmaya çalışır fakat duvarlar beş adımdan fazla yürümesine izin vermiyordur.  Birden hücre tabanının ortasında siyah bir nokta belirir. Nokta büyüyerek bir karanlık oluşturmaya başlar. Merakla noktayı seyretmektedir. Nokta artık  belirgin bir çukura dönüşmüştür. İvmelenerek büyüyen çukur hücre alanını giderek küçültmektedir. O neredeyse duvara yapışmıştır, çukur öylesine hızlı büyümektedir ki artık hareketlerini kontrol eden yalnızca refleksleridir. Vücudu bir yay gibi gergindir. Gözleri karşı duvara sabitlenmiştir. Bir süre donakalır. Kafasını hafifçe eğerek kendini seyretmeye başlar,  yüzündeki şaşkın ifade önce acımaya dönüşür ardından kararlı bir hal almaya başlar. Bir an gülümser. Elleriyle duvardan güç alarak öne doğru fırlar ve çukurun içine atlar.
Karanlık bir anda kaybolur.
Yüzükoyun yerde yatmaktadır. Doğrulur ve çevresine bakar. Her şey yine bembeyazdır.

5


Askeri hapishane. Havalandırma boşluğunda iki mahkum emekler pozisyonda konuşmaktadır. Birinci sinirli ve heyecanlı, ikinci sakin ve tutarlı davranmaktadır. İkincinin elinde kırmızı ve siyah renklerde iki bere vardır.
Birinci: “Saçmalama! Yeşil değil miydi?” diye sorar.
İkinci eliyle sus işareti yapar. Aşağıdan sesler gelmektedir. Kaçakları arayan askerler sağa sola koşturmaktadırlar. Bereleri giyerler ve sessizce ilerlemeye devam ederler. Bulunduklar dar koridor genişlemeye başlar. Bir süre sonra dağıtım noktasına gelmişlerdir. Yol dörde ayrılmaktadır. İkinci üstündeki mahkum kıyafetinin sol ayağına çizdiği pusulaya bakar .
İkinci: “Dört” der. 
Dördüncü koridordan ilerlemeye devam ederler. Yolun sonunda çıkış görünmüştür. Gülümseyerek birbirlerine bakar ve hızlanırlar. Ağza geldiklerinde dehşetle duraksarlar. Bulundukları yer tabandan en az 4 metre yüksektedir  ve aşağıdaki sivri kayalıklar arasında çok ufak bir boşluk vardır. Birinci hızlı davranır ve aşağıya atlar. Atlamadan hemen önce ikincinin eline bir saat verir. İkinci olanlar karşısında donakalmıştır. Aşağı bakar, kardeşin göremez. Saate bakar. Kapağın içinde annesinin fotoğrafı vardır. Gülümser. Gözlerini kapatır .
İkinci: “Seni seviyorum.” der.
Tekrar aşağıya bakar kardeşinin kenarda doğrulduğunu görür. Sevinçle gülümser. Sol ayağın arkası ile tam köşeye basar ve kendini aşağıya bırakır. Gözünü açtığında kayalıkların hemen yanına düşmüştür. İlerde kardeşini görür, el hareketlerini kullanarak birbirleriyle anlaşırlar. Yakındaki mısır tarlasına doğru koşmaya başlarlar. Askerlerden biri onları fark etmiştir. Silahını doğrultur, ateş etmeye başlar. Hiçbirini isabet ettiremez. Mahkumlar tarlaya girip gözden kaybolur. Asker tam umursamaz bir tavırla silahı yere bırakırken komutanı içeri girer.
Asker: ” Hayır” der.

9 Mayıs 2012 Çarşamba

Yalnızlık



en iyi bildiği yerden başlamak istiyor insan.. insan derken. .başlarken gözlerimin dolması burnumda hissettiğim kaygan hareketlenmeler, bir an sonrasında göz çukurlarımın alt kısmından yükselen yanma hissi.. insan olduğumun kanıtı mı? İnsan.. namı içinde olan demek mi.. gösterdiğin kadar mısın yoksa kimsenin görmediği belki kendinin bile henüz öğrenemediği iç dünyan kadar mı.. gösterdiğin kısım toplumun, ailenin, coğrafyanın, inanışının  değer yargılarıyla kendine uyguladığın budamanın sonrası.. için dersen sana en yabancı olan sürekli kaçtığın içinde ne olduğunu bilmediğin dev bir kule, plaza, mahzen.. şehrinin kanalizasyonları.. halbuki varmak istediğin açık havada uçsuz bucaksız yeşil alan ya da masmavi bir sahildi.. kederden hayale nasıl varılır..